KİTAP Romanların İçinde
“Endişe”li Yürüyüşler: Kör
Ayna Kayıp Şark Jale Özata Dirlikyapan |
Sayı 16: Güz 2004 |
Theodor W.
Adorno, Minima Moralia adlı kitabında şöyle
der: “[Düşüncenin] nesnesiyle gerçekten ilişki
kurabilmiş olduğunun ilk kanıtı, çok geçmeden
çevresinde başka nesnelerin de billurlaşmasıdır”
(Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları,
2000, 89). Nurdan Gürbilek’in çoğu yazısını
okuduktan sonra aklıma bu sözlerin gelmesi tesadüf
olmasa gerek. Bir Gürbilek kitabı okumamın ardından,
iki ya da üç kitap okumuş gibi hissetmem de bununla
ilgili olmalı. Nurdan Gürbilek, 1992 yılında
yayımlanan ilk kitabı Vitrinde Yaşamak’tan
bu yana yayımladığı dört kitabında birikimini,
tartışma yaratacak önemli saptamalarla anlamlı
kılıyor. Kitaplarındaki yazılar, kendinden dilimli
bir meyvenin, biri diğerinin aynısı olmayan ama aynı
meyveyi var kılan dilimleri gibi hem “bütün”, hem
de bütünün bir parçası. Metis Yayınları’nca Ekim
ayında yayımlanan Kör Ayna Kayıp Şark’ta
da durum bundan farklı değil. Kitabın
alt başlığının “Edebiyat ve Endişe” olmasından
da anlaşılacağı gibi, içindeki dokuz yazının ortak
paydası “anlatma endişesi”. Kitabının
“Giriş” bölümünde Gürbilek, bu yazıların
“anlatmanın sancıları” üzerine
yoğunlaştığını ve “Batılılaşma”,
“kültürel kimlik” gibi kavramlar etrafında
tartışılan sorunların yazar için nasıl “içsel”
bir endişeye dönüştüğü sorusuna yanıt
arayacağını belirtiyor (9). Bütün yazılar
okunduktan sonra, kitabın en dikkat çekici
vurgularından birinin, yazarın “Giriş”te de
sözünü ettiği “değer” problemiyle ilgili olduğu
anlaşılıyor. Gürbilek, iyi romanı kötü romandan
ayırmak için kullanılacak en önemli ölçütün,
metnin “endişe”yle ya da huzursuzlukla girdiği
ilişkinin niteliği olduğunu söylüyor. Endişeyi
uzaklaştırıp huzursuzluğu yok saymaktansa, bu ruhsal
çatışmaları gören ve gösteren yapıtların “daha
iyi” ve “daha zorlu” olduğunu düşünen
Gürbilek, Harold Bloom’un “etkilenme endişesi”
kuramından güç almış gibi görünse de, yazıların
bütününe yayılmış bir “hakikat” vurgusu
nedeniyle, René Girard’ın Romantik Yalan ve
Romansal Hakikat adlı kitabının etkisi kendini
daha yoğun olarak hissettiriyor. Bana öyle geliyor ki,
“endişeyi gösteren metin değerlidir” görüşü,
kitabın bütünlüğünü ve yazarın ele aldığı
metinlerle alışverişe girmesini sağlamasına
karşın, edebî metinlerin “değer”i konusunda
tartışmalara yol açacak nitelikte. Kitaptaki tüm yazılarda olduğu gibi, “Erkek
Yazar, Kadın Okur” ve “Kadınsılaşma Endişesi”
adlı ilk iki yazının temelinde de “değer
problemi” var. Osmanlı-Türk romanının ilk
ürünlerinde sık sık karşılaşılan “kitap okuyan
kadın” figürüne dikkat çeken yazar, bu kadının,
kitap okumakla kalmayıp aynı zamanda bu kitaplardan
“fazlasıyla” etkilendiğini, “başkası olma”
arzusuna teslim olduğunu belirtiyor ve şunu soruyor:
“Neden vazgeçilmez bir figüre dönüşmüştür
okuyan kadın?” Bu durumun gerçek kadınlardan çok
yazarın kendisi hakkında fikir verdiğini belirten
Gürbilek, tekrarlanan bu figürü erken dönem roman
yazarının etkilenmekten duyduğu korkuya, Harold
Bloom’dan ödünç aldığı kavramla söylersek
“etkilenme endişesi”ne bağlıyor (30). Bloom,
yazarın kendinden önceki yazarlarla kurduğu ilişkiyi
Freudcu bir çerçevede “ödipal rekabet”e benzetir.
Gürbilek, Osmanlı-Türk yazarının farkını, rekabet
edilecek “yerel” bir babanın yerine “yabancı”
bir modelin geçmesiyle açıklıyor (32). Bu da,
Osmanlı-Türk yazarı için daha yoğun bir “travma”
anlamına geliyor. “Roman yazıyor olma” durumu,
Gürbilek’e göre, yazarı “kadınsılaştırma”
ihtimali olan, yoğun bir endişeye yol açan ve baş
edilmesi gereken bir durumdu. Ahmet Mithat, Peyami Safa,
Hüseyin Rahmi ve daha birçok yazar, kendi
endişelerinden arınmak, bu endişelerle
“çaktırmadan baş etmek” için “okuyan ve
etkilenen kadın”a romanlarında yer vermişlerdi.
Gürbilek’e göre, Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ı,
Tanpınar’ın Huzur’u, Atay’ın Tutunamayanlar’ı
bu endişeyi “kadınsı” olanın alanına itmektense,
etkilenmişliği züppenin üzerine alaycı bir şekilde
yıkmaktansa, huzursuzluğu ve tereddütü ana
malzemeleri hâline getirdikleri için “daha iyi”ler
(49). Nurdan Gürbilek, “Doğu’nun Cinsiyeti”
başlıklı yazısında Şinasi’den başlayarak Namık
Kemal, Ahmet Mithat ve Cemil Meriç gibi yazarların
Avrupa’ya atfettiği “kadınlık” rolü üzerinde
duruyor. Avrupalılaşmanın bir “hadım edilme”
olarak görüldüğünden söz eden yazar,
Osmanlı’nın Batı’yla olan ilişkisinde kimin
etken, kimin edilgen, kimin eril, kimin hadım olduğu
sorusunun temelde bir yetersizlik duygusunun dışavurumu
olduğunu belirtiyor (82). Kitaba adını veren
“Kurumuş Pınar, Kör Ayna, Kayıp Şark” adlı
yazıda da Gürbilek, Tanpınar’daki “ölü anne”
vurgusunu ele alıyor; Tanpınar’ın “Şark”
anlayışını “donuk bakışlı ölü anne” ve
“Ophelia” imgesiyle birlikte düşünmeyi deniyor. Kitabın son iki yazısı Vüs’at O. Bener ve
Leylâ Erbil’in yapıtlarını konu almalarıyla diğer
yazılardan dönemsel olarak ayrılmış. Ancak bu
yazılarda da “endişe” vurgusu ve değer sorunu ana
izlek olmayı sürdürüyor. Bener’in anlatıcısının
anlatmanın saçmalığı ile anlatının sahteliğine
olan inancı arasında gidip geldiğini belirten
Gürbilek, bu iki duruşun gergin etkileşiminin yazarın
anlatılarını farklı kıldığını belirtiyor (201).
Bener, sahteliğin izini önce kendi yapıtlarında
sürerek bir “sahicilik ölçütü” geliştirmiştir.
Gürbilek’e göre Leylâ Erbil’in “çiftkalpli
yapıt”ında da “kendi” ve “öteki” arasındaki
gelgit sergilenmiştir. Gürbilek, her iki yazarın da
“hakikat arayışı”na girmeleriyle “değerli”
metinler oluşturduğu görüşünde. “Bireysel-toplumsal”, “ben-öteki” ya da
“özgünlük-taklit” gibi karşıtlıkların yol
açtığı endişe temelinde edebî metinlere yaklaşan
ve bir “değer ölçütü”ne ulaşan Nurdan
Gürbilek, bu kitabında da metinlerin çevresinde değil
“içinde” dolaşmayı başarmış görünüyor. |