Hasan Ali Toptaş'ın Sempozyum Açış Konuşması
Sayı 9: Bahar 2002
Değerli konuklar, değerli Bilkentliler, 

Açılış konuşmasının benim gibi genç bir yazara verilmiş olmasından büyük mutluluk duydum. Öncelikle, edebiyatımız adına mutluluk duydum. Bu jesti, Bilkent Üniversitesinden yetişecek olan eleştirmenlerin gelecekte edebiyatımıza nasıl bakacaklarının, neler yapacaklarının ve ürünlerini verirken nasıl önyargısız davranacaklarının bir işareti olarak görüyor, teşekkür ediyorum.

Konuşmamda, eleştiri kurumunun tarihçesine, hangi yüzyıllarda hangi şekilleri aldığına, ülkemizdeki eleştiri geleneğine, bu geleneğin hangi kalemlerle ivme kazanıp hangi anlayışların içinden geçtiğine ve nereye geldiğine değinecek değilim. Doğrusu, bunlar haddimi aşan konular. Ben, kendi halince roman yazmaya çalışan biri olarak, eleştiriye dair, özellikle de günümüzdeki eleştirinin durumuna dair bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Eleştiri alanında, biliyorsunuz, hemen her dönemde bir sıkıntıdan, bir yetersizlikten söz edilmiştir. Belki gelecekte de durum değişmeyecek, ne kadar eleştiri yazısı yayınlanırsa yayınlansın ve bu yazılar ne kadar tatminkâr olursa olsun, aynı iddia aynı şekilde yinelenip duracaktır. İster roman, ister öykü, ister şiir olsun, sanatın her dalı kendi diliyle birlikte korunma dilini de geliştirdiği için, bana göre eleştiri bir anlamda imkânsızlığın denenmesidir ve her dönemde yetersiz görülmesi de kaçınılmazdır. Ayrıca, bana göre, eleştirinin yetersizliğinden söz etmek -hele de bu yüksek sesle yapılıyorsa- bir tür hayatiyet belirtisidir. Sağlıklı olma halinin bir işaretidir. Metnin önünden değil, arkasından gelen bir sestir çünkü, metne sürtünerek yükselen bir sestir ve sırf bu nedenle bile tepeden tırnağa masumiyetten ibarettir ve içerik itibariyle bir ölçüde haksız olsa da şeklen tamamen haklıdır.

İçinde yaşadığımız döneme bakacak olursak, ne yazık ki bugün artık eleştiri yetersiz bile görülmüyor. Eleştiri yetersiz diye haykıran sesler her nedense birdenbire yok oldu. Eleştiriyle yazar arasındaki ilişki ‘yetersiz görülme’ noktasının da altına düştü sanki. Hatta sanki unutuldu. Eleştiri yazılarının birincil amacı görme olacakken gösterme oldu ve korkunç bir hızla, aynı yargıları yineleyip duran, harcıalem cümlelerden oluşmuş, yüzeysel birer tanıtım yazısına dönüştüler. Başka bir deyişle, eleştiriye düpedüz reklamın mantığı, reklamın yöntemi, reklamın dili bulaştı. Bana göre daha da vahimi, yazar yalnızca tanıtılmayı talep eder ve bununla yetinir hale geldi.

Bu manzaraya baktığımda, biraz acımasız ve karamsar mı olacak bilemiyorum ama, bir ya da iki (birkaç bile diyemiyorum) eleştirmenin dışında, eleştirinin 1950’lerin 1960’ların silahlarıyla öylece kalakaldığını düşünüyorum. Bu durum beni kaygılandırıyor. Çünkü ben yazdığım metnin, zamanın dağdağaları arasından süzülüp gelen değerler sistemine çarpmasını ve bu çarpmanın sonucunda ne olmuş olabileceğini görmek isterim. Bu çarpmanın sonucunda hem kendi metnimin nasıl bir hal aldığını, hem de eleştirinin benim metnim karşısında hayatiyetini nasıl kazandığını ve onu nasıl tanımladığını görmek isterim. Metnimde bir yenilik varsa bu yeniliğin nelerden oluştuğunu, eleştirinin bana kendi özerk dünyasının olanaklarıyla göstermesini beklerim. Bunu yaparken, bana yeni bir zihin ve yeni bir yaratı yolu açmasını isterim. Aksi halde, ortalama üretim biçimine dönüşen eleştiri benim için eleştirinin kör törpü halidir ve ülkemizde de ne yazık ki bu törpü uzun süre acımasıca işlenmiştir. Kelimesi kelimesine olmasa da Stendhal diyordu ki, “Ben bir romancıyım ve yol boyunca ayna tutarım.” Ben de bir romancıyım ama, yol boyunca ayna tutamam artık. Çünkü, değil yol, şehirler, ülkeler, kıtalar boyunca ayna tutuldu ve (görsellik böyle bir şey) dünya tamamen aynaya dönüştü. Şimdi ben bu aynanın içindeyim, sırların yanında, tam da onun göstermediği ve göremediği bir yerdeyim. Stendhal’dan ilham alan gerçekçi eleştiri beni bu halimle görüp tanımazdan gelecek olursa bundan kim kayıplı çıkacaktır? Kazançlı demiyorum, kayıplı; çünkü böyle bir durumda kazancım olabileceğini düşünemiyorum.

Günümüz eleştirisine bakıldığında, bundan 12-13 yıl önce “Bizdeki roman eleştirisi övgüyle yergi arasında, öksüz-oğlançiçeği gibi bakakaldı,” diyen Feridun Andaç’a da, öfkeli bir sesle “Türkiye’de eleştirmen olduğunu hiçbir şekilde kabul etmiyorum,” diyen Yaşar Kemal’e de bir ölçüde hak vermemek elde değil.

Eleştiri kurumunun kendini yaratan öğelerden sıyrılıp uyuklamaya ve sayıklamaya başladığı böylesi bir dönemde, Bilkent’te başlatılan bu çalışmanın tam da zamanıydı bence. Birkaç yıldan bu yana genç eleştirmenlerin çalışmalarını edebiyatımız adına büyük bir umutla, sevinerek izliyorum. İçlerinde arkadaşlarım da var ve bu yüzden gerek ders saatlerinde, gerekse ders saatleri dışında nasıl yoğun çalıştıklarını, ne çok ter döktüklerini yakından biliyorum. Çalışmaları daha şimdiden birçok dergide yer alıyor. Eminim, bu çalışmalar harcıalem laflar içeren ve birer reklam afişine benzeyen bir yığın yazının arasına birer parıltı gibi düşüyor ve hiç bekletilmeden yayınlanıyordur.

3. Genç Eleştirmenler Sempozyumu’nda bugün ve yarın, genç eleştirmenler bize, 1851 yılında yayınlanan Vartanyan Paşa’nın Akabi Hikâyesi’nden 2001’de yayınlanan Latife Tekin’in Ormanda Ölüm Yokmuş’una kadar geçen 150 yıllık zaman diliminden, 17 yazarımızın 17 romanı üzerine yaptıkları çalışmaları sunacaklar. Daha önce yapılan bir program nedeniyle yarın Pamukkale Üniversitesinde olacağım için ne yazık ki benim çalışmaların hepsini dinleme şansım olmayacak.

Genç eleştirmenlerimize ve onları yetiştiren değerli öğretim üyelerine, böyle bir hareketi başlattıkları için edebiyatımız adına teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.