KİTAP
Kalıcı Bir Biyografi: Romantik Komünist
Mehmet Selim Ergül
Sayı 8: Kış 2002
Biyografi, edebiyatın en çok tartışılan türlerinden biri olagelmiştir.  Nesnellik gibi genel geçer bir ölçüt bile bir biyogafiyi “tartışılır” olmaktan kurtaramaz.  Çünkü biyografi de en az diğer edebiyat türleri kadar “kişisel” bir türdür.  “Yeterli bir uzaklık”, biyografinin nesnel olmasını sağlar mı?  Biyografisi yazılan kişinin çevresi, yaşadığı dönemin toplumsal koşulları gibi ikincil öğelere ne kadar yer verilmelidir?  Romantik Komünist: Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri adlı kitabı (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2001) bu ve benzeri sorular ışığında ele alacağız.

Saime Göksu ve Edward Timms’in hazırladıkları biyografi, Nâzım Hikmet gibi bir fenomeni incelediği için pek çok sorunla karşılaşmak durumundaydı.  Çünkü Nâzım Hikmet yalnızca bir şair değildir.  Yaşadığı dönemi etkilemesi ve yaşadığı dönemden etkilenmesi, Nâzım’ı bir fenomen hâline getirmiştir.  Bu yüzden olacak, onunla ilgili hemen her tür bilgi, söylen ya da iftiranın kıyılarını dolaşmıştır.  Bu iki uç tavır, olguları karartmakla kalmamış, onların yerine geçmiştir.  İşte 11 yıllık emeğin ürünü olan bu kitap, bir yandan Nâzım Hikmet’i odağa almaya çalışmakta, bir yandan da söylen ve iftirayla boğuşmaktadır.  Göksu ve Timms’in çalışması kendi sorularını belirleyip yanıtlaması açısından dikkat çekicidir.  

Bu çalışmada “bir insan olarak Nâzım” öne çıkarılıyor, üzerinde uzlaşılan kimi bilgiler bile gözden geçirilip düzeltiliyor.  Yevgeni Yevtuşenko ve Memet Fuat’ın birer önsözüyle genişleyen kitap, Nâzım’ın yaşamını temel alan bir kronolojiyle ilerlemektedir.  On bölümlük kitapta ilk bölümden son bölüme kadar anlatılan kesitler Nâzım’ın şiirleriyle desteklenmektedir.  Bunun Nâzım’ın yaşamını şiirlerinde de izlemekten başka anlamları da var: psikanalitik ve sosyolojik inceleme.  Böylelikle kitap, biyografinin sınırlarını aşıyor; şairin eserinin birkaç disiplin açısından yeniden okunması olarak nitelenebilecek bir inceleme niteliğine yaklaşıyor.

Bir bilim insanı olan Saime Göksu, Nâzım’ın şiirleriyle oldukça erken yaşlarda tanışır.  Göksu’nun babası Malatya hapishanesinde sağlık memuruyken Kemal Tahir’le tanışmıştır.  Kemal Tahir’den Nâzım’ın gönderdiği şiirleri edinir ve evde çocuklarına okur.  Saime Göksu, 9 Kasım 2001’de Tarih Vakfı’nda yaptığı söyleşide bu okumaların bir “ayin”e benzediğini anlattı.  Göksu’nun eşi Edward Timms ise Almanca profesörüdür ve Peter Collier’le birlikte Visions and Blueprints adlı bir derlemesi bulunuyor.  Bu derlemede Göksu-Timms çiftinin “Nâzım Hikmet: Poetry and Politics in Kemalist Turkey” adlı bir ortak çalışmaları yer alıyor.  Şiire tutkuyla bağlı olan bu titiz ailenin çalışmalarında araştırma nesnesiyle aralarında “yeterli bir uzaklığı” kurdukları gözleniyor.

Romantik Komünist, okuru Nâzım’ın kopardığı fırtınalar kadar onun adının çevresinde koparılan fırtınaları da izlemeye çağırıyor.   Burada vurgu “romantik” sözcüğünde olmalıdır.  Ne karşıtlarının sözcükleriyle “azılı bir komünist”, ne de yandaşlarının sözcükleriyle “bir kavga adamı”dır o.  Bütün yaşamı olağanüstü bir tutkunun izdüşümü gibidir.  Politik yelpazenin sağındayken yazdığı “Ağa Camii” şiirinde de tutku ve coşku vardır, en soldayken yazdığı “Saman Sarısı”nda da.  Yazarlar böyle bir portreyi çizerken kimi polemiklere, karalamalara yanıt veriyor gibiler.  Nitekim “milliyetçi” denen kesimdeki bazı kişilerin dillerine doladıkları bir “Türklük” sorunu vardır.  “Nâzım zaten Türk değildir, ataları da Polonyalıdır” yollu dışlayıcı, ırkçı dil, bu polemiklerin en ünlüsü olduğu kadar karşıdan gelecek sözü kendi üstüne kışkırtması ve tartışmayı kendi dilinin içine çekmeyi başarması ile de dikkat çekicidir.  Bu retorik “başarı”nın Nâzım’ın “dil”i açısından bakıldığında pek bir anlamı ve önemi yoktur.  Nâzım Hikmet’in kozmopolit bir ailesinin olduğu bir gerçektir.  Nâzım’ın dedelerinden, sonradan Mustafa Celâleddin Paşa adı ve unvanını alan Constantine Borzenski’nin, 1869 yılında yayımlanan Les Turcs anciens et modernes adlı kitabındaki ulusçu düşünceleriyle dönemin aydınlarını etkilediğini bir karşı söz olarak öne sürmek ve “başarı”nın ölçütlerine dayanıp bir meşruiyet aramak aynı tarz polemiği sürdürmek olur.  Ancak Nâzım’ın dili, insanlığın ortak şarkısının peşindedir ve ölçütleri herkes için “iyi” olanı öne çıkarmaktır.  Bu dilde bu “belirleme”nin bir anlamı yoktur.

Nâzım Hikmet’in yaşamı bir mücadele tarihi olduğu kadar bir gadre uğrama tarihidir de.  Şair, 1921 yılı başlarında Vâ-Nû, Yusuf Ziya (Ortaç) ve Faruk Nafiz (Çamlıbel) ile birlikte Ankara hükümetine katılmak üzere Anadolu’ya geçer.  İnebolu’da Ankara’dan gelecek onayı beklerlerken Avrupa’dan aynı amaçlarla gelen, Spartakist hareketler içinde yer almış kişilerle tanışır.  Bu tanışma, Nâzım’ın “ateşli yurtsever”liğinin solla karşılaştığı dönem olması nedeniyle önem taşıyor.  Ankara’dan Nâzım ile Vâ-Nû’ya onay gelir.  Yusuf Ziya’ya başyazarlığını yaptığı Alemdar gazetesinde işgali desteklediği, Faruk Nafiz’e ise Jön Türk hükümetinden ödül alması nedeniyle “şüpheli” sayıldığı için onay verilmez.  İnebolu’dan Ankara’ya 300 kilometreden uzun olan yolu yürüyerek giden Nâzım (Göksu 42-50) kendi kanunlarını çiğneyen devletçe ileride hapse tıkılacak, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz ise taltif edileceklerdir.  Nitekim o hapisteyken Faruk Nafiz, “Han Duvarları” şiiri için devletten elli altın telif alacaktır.  Nâzım’a yapılan haksızlıklar bununla bitmez.  29 Ağustos 1938’de karara bağlanan Harp Okulu Davası gerçek bir hukuk skandalıdır.  Nâzım Hikmet komünizm propagandası yapmak suçundan tam 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılır.  Hiçbir kanıta ulaşamayan mahkemenin bu kararı siyasidir, çünkü komünizm propagandası yapmak bu dönemin yasalarına göre suç değildir.  Bu noktada yazarlara katılmamak elde değil: “Deliller o kadar yetersizdi ki, sanıkların çoğu beraat etti, ama sözde elebaşlarından 12’si ağır cezalara çarptırıldılar.  Tahir ve Kıvılcımlı’ya 15’er, Kerim Korcan’a on yıl ceza verilmişti.  Fakat Nâzım’a verilen ceza o kadar ağırdı ki, sanki davanın esas amacı Türkiye’nin en yetenekli yazarını susturmaktı” (204).

Nâzım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılmasında da benzer bir durum söz konusudur.  17 Haziran 1951’de yurt dışına çıkmak zorunda kalan Nâzım’ın vatandaşlıktan çıkarılma gerekçesi “sınırı pasaportsuz geçmek” olarak bildirilmiştir.  Oysa bu suç kanunlara göre para cezasıyla cezalandırılmaktadır (319).  Nâzım, elbette yalnızca bir “mağdur” değildir; inandığı düşünceleri her koşulda savunan romantik bir devrimcidir.  Nitekim Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik sosyalizme ters düşecek, Bulgaristan’daki asimilasyon politikasını eleştirecek, hattâ bu tavırları nedeniyle “temizlenmesi” bile düşünülecekti.  Nâzım’ın avangardizme olan yakınlığı onun romantikliğiyle ilgilidir elbette.  Nitekim o, Jdanovculuğun hüküm sürdüğü bir dönemde gittiği Sovyetler’de, Meyerhold ve Mayakovski’nin ruhlarını yeniden dünyaya taşımış, bu konuda da iktidarın başının belâsı olmayı bilmiştir.

Üç ay içinde dört baskı yaparak okurların da ilgisini çekmeyi başaran Romantik Komünist, Nâzım Hikmet hakkında yazılmış en ilginç kitaplardan birisi.  Barış Gümüşbaş’ın başarılı çevirisi kadar Göksu ve Timms’in akıcı, özgün üslubuna da değinmek gerekiyor.

UNESCO tarafından Nâzım Hikmet yılı olarak kabul edilen 2002 yılı, aynı zamanda Nâzım’ın yüzüncü doğum yılı.  Bir dünya vatandaşı olan Nâzım, ona gölgesini verecek milyonlarca çınarın varlığına karşın, vatanından uzakta, “oralarda, bir eski gömütlükte” yatmaya devam ediyor.  Romantik Komünist: Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, ibret için de okunabilir.

ergul@bilkent.edu.tr