KİTAP
Kitapçıdan Aldım Bir Tane...
Sayı7: Güz 2001
“Narın çok bahçesi var” diyor Faruk Duman bu yıl Can Yayınları tarafından yayımlanan son öykü kitabında (Nar Kitabı 64).  Ama bir araya geldiklerinde bir ormana dönüşemiyorlar.  Her birinin sınırı belirli çünkü.  Görünüşte bir öykünün nerede başlayıp nerede bittiği anlaşılsa da, bir nar tanesinde diğerinin kokusunu ve biçimini bulmak mümkün.

Seslerde Başka Sesler adlı kitabıyla (Can Yayınları, 1997) Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda ikinciliği, Av Dönüşleri adlı kitabıyla da (Can Yayınları, 1999) Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Faruk Duman, yaklaşık bir yıldır Bilkent Üniversitesi’nin merkez kütüphanesinde çalışıyor.  Yazarın 1997’de yayımlanan ve Çankaya Belediyesi ile Damar dergisinin düzenlediği Çocuk Öyküleri Yarışmasında birincilik ödülünü alan Mızıkçı Mızıka adında bir öykü kitabı da bulunuyor.

Yazarın bütün öykülerinde masalsı bir söylem ve düşsel anlatımlar ağır basıyor.  Temelde üç ana öyküden ve on dört “alt” öyküden oluşan Nar Kitabı da yoğun bir imge dünyasının içine sürüklüyor okurunu.  Bu kitap “anlaşılabilir” değil, “sezilebilir” öykülerden oluşuyor daha çok.  “Sis basmış metinler”le baş başasınız sanki.  Bu sisin ardındaki görüntülerin “görünmeyen” kısımlarını siz tamamlıyorsunuz.  Kahramanlar, olaylar ve duygu durumları, yaşamda zaten var olan ve aktarılan olgular değil; Faruk Duman’ın diliyle ve sizin boşlukları doldurmanızla kuruluyor ve “duman”ın içinden gösteriyorlar kendilerini.  Bu sisi yaratan en önemli özelliğin imgesel anlatım olduğu söylenebilir.  Bir dolmuş şöförü, bir genç kız ya da yaşlı bir kadın, olduğu gibi betimlenmiyor öykülerde; imgelerle sınırları çiziliyor.  Duman, kahramanlarını konuştururken aynı zamanda bu kahramanların “nasıl göründüğü”nü hayal etmesi için okuyucuya açık kapılar bırakıyor.

Fotoğraf karelerinden oluşmuş bir albümü anımsatan bazı öykülerde Faruk Duman’ın oluşturduğu özel atmosfer yoğun olarak duyuluyor.  Bu özel atmosfer yazarın “ne” anlattığıyla değil, “nasıl” anlattığıyla ilişkili.  Öykülerde sevgi, aşk, yoksunluk, yitirme ve dönüşüm gibi izleklerin ağır bastığı söylenebilir.  Ancak konularının özetlenmesi —örneğin, parmağını kediye kaptıran birinin kedinin peşinden ormana koşması, onu yakalamaya çalışması ve parmağını alamayıp evine dönmesi— çok şey ifade etmiyor. Ancak, öyküde geçen her sesin, her sözcüğün Duman’ın kurduğu dünyaya bir katkısı var.

Çelişmeyi, eksikliği ve belirsizliği göze alarak, Nar Kitabı’ndaki öyküleri yavaş yavaş okuduğunuzda, dilin sonsuz zevk veren, duyguları “özene bezene” oluşturan estetiği açığa çıkıyor.  Anlatılan öykü, öykünün anlatısına dönüşüyor zaman zaman.  Buradan yola çıktığınızda bir “gerçek-yalan” çatışmasının içinde buluyorsunuz kendinizi: “Oyunda, karanlıkta, oyun gerçek, seyirci yalandır” (81).  Bu cümleyi okuduğunuzda okur ve yazara gönderme yapıldığını sezebiliyor, metni okuyan ve izleyen okurun “yalan” olduğu sonucuna varabiliyorsunuz.  Bu duyguyla okumayı sürdürmenin ve sebatla yorumunuzu tamamlayacağınız ânı beklemenin sizi bir yere götürmeyeceğini anladığınızda bir “eksiklik” duygusuyla bitiriyorsunuz kitabı.  Olması gereken de bu belki; sahte “tamlıklar” değil, gerçek “eksiklikler”.  Yaşamı anlayamadığınız ama sezdiğiniz anlarda olduğu gibi çelişkiyi kabulleniyorsunuz: “Seyirci de karanlıkta seyirci asıl” (88).  Düşe ve masala çok yakın olduğu hâlde yaşama ve gerçekliğe de bir o kadar yakın öykülerden oluşuyor Nar Kitabı.  Değeri de burada aranmalı bence. Hasan Ali Toptaş, Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan “Diline Zil Zurna Aşık Bir Öykücü: Faruk Duman” başlıklı söyleşide Nar Kitabı için “Anlatıcı ve dinleyici birbirini görmüyor ama ortada bir oyun var” diyor haklı olarak (599 [9 Ağustos 2001]: 4).

Faruk Duman’ın dilini, kendi deyişiyle “ortalama öykü dili”nden ayıran en önemli özellik, içinde şiiri barındırması.  Cümleler “okunduğu” kadar “dinleniyor” da bu öykülerde: “Oof, haa yı hak, mum düşer, perde alev alır, hayalî ölünce kuklada mecâl mi kalır” (88) ya da “Her kadının içinde bir adam saklı. Günyüzüne çıkmak için kıvranıp duran. Hapsolmuş bir kediyi andıran” (82) cümleleri yarattıkları çağrışımlardan öte, bu çağrışımlara güç veren, onlara derinlik kazandıran bir sese de sahipler.  Sezgiyi, ritim ve sesle güçlendiren bir dili var Nar Kitabı’ndaki öykülerin.

Bu öykülere şiirsellik katan bir diğer özellik de cümlelerin alışık olduğumuz düzyazı cümlelerinden farklı olması.  Cümlenin yapısı hem ses ve ritim, hem de vurgu gözetilerek değişik biçimlere sokulmuş.  Nar Kitabı’ndaki öyküleri okumak kimi zaman dilin kuruluşunu “izlemeğe” dönüşüyor.  Faruk Duman, Cumhuriyet Kitap’ta Hasan Ali Toptaş’ın yaptığı söyleşide bu durumu şöyle açıklıyor: “Burda, benim, Türkçe’nin belli yaklaşımlarla, hem bir dili, hem de bir yaşama biçimini bize bir fotoğraf açıklığı ile gösterebileceği yönündeki takıntımın da etkisi var” (1).  Gerçekten de Duman’ın Av Dönüşleri kitabında olduğu gibi Nar Kitabı’ndaki “Zeytuni”, “Giderim” ve “Sözünü Tamamlamışlar Gibi” adlı öykülerinde de dilin ve görüntünün üzerinde sürekli flaşlar patlıyor.

Faruk Duman, bazı cümlelerin öğelerini vurgularken özgün bir yol izliyor.  Zaman zaman özneleri -di’li geçmiş zaman ekiyle pekiştiriyor.  Bunun sonucunda yalnızca anlam değil ses ve ritim de pekişiyor: “Keyifli, esmer o yüzle Cemal’di, oturmayagörsün, keyif, kasvet havasında yayılırdı odalara” (56) ve “Anamdı, anlatmıştı” (15) cümlelerinde olduğu gibi.  Duman, vurguyu ve ritmi yalnızca bu yolla değil, cümlenin kuruluşunu alt üst ederek de sağlıyor.  İlk okuyuşta yadırgadığımız, bir kez daha okuma gereği duyduğumuz cümleler bunlar.  Örneğin, “[p]armağı ama, alabilmişti, dönmüştü eve, cansız kendi parmağı ile” (14) cümlesinde “devriğin devriği” bir yapıyla karşı karşıyayız sanki.  Kitapta sıkça tanık olunan bu tarz cümle yapıları, hem kitabın bütünündeki ritim ve sesin korunmasını sağlıyor hem de dilin ne ölçüde eğilip bükülebileceğini gösteriyor okuyucuya.  Öte yandan yazar, cümlede bir devrim gerçekleştirerek okuru cümlenin yapısına, dolayısıyla gönderdiği anlama, değişik açılardan bakmaya itiyor.  Bu da bir “çok katlılık” kazandırıyor metne, onu zenginleştiriyor.

Faruk Duman’ın öyküleri olaylardan çok imgelerle besleniyor.  Nar Kitabı’ndaki metinlerde, kişinin sahip olduğu ya da ilişkiye girdiği şeye dönüşmesi, nesnenin kavrama biçim vermesi, kavramın nesneye dönüşmesi fikri, imgeler yoluyla kendini sıkça duyumsatıyor.  Bu dönüşüm olgusunu “bir ırmağa karışır biz de, suyun üzerinde uçuşan köpüklerden bir köpük oluverirdik” (47), “yüzü, tutar ceketinin rengini alırdı” (57) ve “viraj da tutar kendi biçimini verir onlara” (59) gibi cümlelerde kolaylıkla sezebiliyoruz.  Yazar, Cumhuriyet Kitap’taki söyleşisinde aynı dönüşüme yazma eylemi içersinde işaret ediyor: “Keyifle yazmalıdır öykücü. Bu keyif zamanla biçimlendirecektir onu. Keyif, öykücünün kendine dönüşecektir” (5).

“Vaktiyle odun kırıyordum, baltayı sol elimin başparmağına vurdum, parmağım koptu, yuvarlandı ve onu da bir kedi kaptı” (Nar Kitabı 11).  Okur ve yazar arasındaki ilişkinin de böyle geliştiği düşünülebilir.  Okur, yazarın bir parçasını, kitabını kapar ve ormana kaçar.  Bir ağacın tepesine tüner ve orada —Faruk Duman’ın deyişiyle— “bildiğini okur”.  Zamanla metin okura, okur da metne dönüşür.  Nar Kitabı’nı okurken benim yaptığım da bundan farklı değildi; öykülerin yazarı peşimdeydi ama ben yine de bildiğimi okudum.

Jale Özata