ÖTEKİ RENKLER
   YILDIZ ECEVİT
Sayı 2: Kış 2000
“Mutlu olabilmem için her gün bir miktar edebiyatla ilgilenmem gerekiyor.  Bunu özür diler gibi ve durumumu açıklamak için söylüyorum. Hani her gün bir ilaçtan bir kaşık alması gereken hastalar vardır. Herkesinki gibi bir hayat sürebilmek için şeker hastalarının her gün bir kere iğne olmaları gerektiğini çocukluğumda öğrendiğimde çok acımıştım onlara; yarı ölü olduklarını düşünmüştüm.  Edebiyata bağımlılığım da beni bu anlamda “yarı ölü” durumuna getirmiştir. Hayattan kopuk olduğumu söyleyenlerin de bu yarı ölü duruma işaret ettiklerini sanıyorum.”

Orhan Pamuk’un Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü ve Türk Edebiyatı Merkezi’nin hazırladığı etkinlikte yaptığı konuşma metninin başlangıç tümceleriydi bu sözler; yaşamayı yazmakla özdeşleştiren bir edebiyat sanatçısının ana sorunsalını, gündelik yaşamdan alınan bir örneğin alegorik tonlaması aracılığıyla anlaşılır kılma çabasını yansıtıyordu. Yukarıdaki alıntının edebiyat dünyası açısından önemi ise, Orhan Pamuk’un özyaşamsal/düşünsel/edebiyat-bilimsel/siyasal içerikli denemelerini bir araya getirdiği kitabı Öteki Renkler’in önsözünün de ilk tümceleri olmasıydı.

Romanlarını “kırmızı”larla, “beyaz”larla, “kara”larla, “mor”larla renklendiren Pamuk, yaşamı imge süzgecinden geçirirken, onu kurmaca alanda bir ressam gibi “boyar”. Renklerle “bir çeşit sezgisel ilişki” (Beyaz Kale) kurduğunu söyler kendisi de. Onun roman dünyasının önemli bir öğesidir “renkler”.  Pamuk’un Öteki Renkler kitabında ise, kurmaca dünyanın dışında kalan “öteki renkler” yer almaktadır.

Bunlar, İstanbul'dur, toplumdur, demokrasidir, askerlerdir,  eşyalardır,  köpeklerdir, korkudur, paranoyadır, edebiyat bilimidir...  somut yaşamın kendisidir. Çoğunlukla bu "öteki renkler" tedirgin eder Pamuk'u; "bu berbat ve boğucu dünya" diye söz eder onlardan. Ama bu boğucu dünya onun yaratıcılığının kaynağıdır aynı zamanda. "İyi yazabilmesi için iyi sıkılabilmesi, iyi  sıkılabilmesi için de hayatın içine girmesi gerekir". Yazar, yaşam karşısında, yaşamın "ciddi ya da ciddiyetsiz ayrıntıları karşısında" sıkılıp "hayal kurmaya, yani yazmaya" başladığını söyler. "Hayatta sıkıldığım şeyleri kitaplarımda çok iyi anlattığımı söylemişlerdir ... insan ne kadar sıkılırsa o kadar hayal kurar" der.

Öteki Renkler kitabının önsözü, Pamuk'un somut yaşamla olan ilişkisini en doğrudan dile getirdiği metnidir. Orhan Pamuk'un bu metninde şaşırtıcı bir açıksözlülükle yargıladığı edebiyat dışı yaşam ya da "somut gerçeklik", katılınan bir dünya olmaktan çok, onun asal yaşamının -yani yazma ediminin- hizmetinde olduğu sürece katlanılabilen bir ara alandır daha çok. 

Sanat dallanna tarihsel bir bakış gerçekleştirdiğimizde, sanatçının başlangıçtan bu yana, yerleşik değerlerle, toplumsal  ölçütlerle,  gündelik  yaşamın zorunluluklarıyla çatışma içinde olduğunu  görürüz. Goethe, kendisini yazmaktan alıkoyacağı endişesiyle evlenmekten kaçar. Kafka ya da Oğuz Atay yaşama katılıyormuş gibi yapıp, özde yazarken yaşarlar. Beckett ise  yaşama   katılmayı  tümden  reddeder ve kendi  kurduğu o estetik düzlem aracılığıyla soluk alır. Sanat, içinde bulunulan bir alt değerler sistemini, farklı bir enerji aracılığıyla aşma çabasının bir ürünüdür. Büyük sanatçılardaki inanılmaz "yaratıcılık" potansiyeli onların, bir tür kutsal enerjiyle, "esin" ile bütünleşmeleri sonucu ortaya çıkar. "Yaratıcılık", somut yaşamdan çok, aşkın bir düzlemin renklerini taşır.

Yaratıcının/sanatçının bu "dünya dışı" özelliğini en çok kimliğinde yansıtan yazar Franz Kafka'dır. Yanlışlıkla somut bir insan bedenine girmiş aşkın bir varlık gibi, yaşamın içinde, ona katılmaksızın dolaşır Kafka. "Edebiyatla ilgili olmayan her şeyden nefret ediyorum" der; "başkalarıyla  konuşmak (edebiyat üzerine de olsa) canımı sıkıyor, ziyarete gitmek canımı sıkıyor, hısımlarımın acı ve sevinçleri beni ruhumun derinliklerine kadar bunaltıyor" (Günlük, 21.07.1913). Kafka’nın bu sözleri, "bu dünya"da yaşıyormuş gibi yapıp da, özde estetik boyutun aşkın düş düzleminde yaşayabilen  farklı bir canlı türünün kendisini dışavurumudur.

Yaşamı  ansiklopedilerden  öğrendiğini  söyleyen Orhan Pamuk da, aynı aşkın düzlemin sakinidir. Onun aşağıdaki  sözleri, Kafka’nın somut yaşamla ilgili duygularıyla şaşırtıcı ölçüde koşuttur: "Edebiyatın tesellisinden uzaklaşmak, toplanıp yemek yemek, kafası bambaşka âlemlerle ve televizyondaki o bilmemneyle dolu beyefendiyle zoraki sohbet... Birden gözlerim ağırlaşır, günün ortasında uykum gelir. Odama dönüp tek başıma kalmanın imkânsızlığı yüzünden pek çok yabancı mekânda tek tesellim, gün ortasında uyuyakalmak olmuştur". Orhan Pamuk da tıpkı Kafka gibi yaşamın "yazmak"la özdeş olduğu bir dünyanın insanıdır. Somut yaşamın tam ortasında iken, "tam o gürültü patırtının, büroların, telefonların, aşkın, arkadaşlığın, güneşli bir sahilin ve yağmurlu bir cenaze töreninin içindeyken, yani olup bitenin tam kalbine girmek  üzereyken", birden kenarda olduğunu hissettiğini ve "hayal kurmaya" başladığını söyler.

Kurmaca yaşamdan, düşlerin/fantezinin dünyasından, "öteki geniş ve özgür âlem diye söz eder"; insanın "günün her saatinde içine kaçıp mutlu olacağı güvenli, sağlam" bir dünyadır burası. Bir romanın yazımının sona ermesi, "özgürlük"ün ve "gerçek yaşam"ın da sonu  demektir. Bu yüzden romanlarını bitirmek istemediğini söyler Pamuk. Bu, "özgür ve yerçekimsiz cennet" ya da "oyunsu ve özgür şenlik"; gündelik yaşamın kurallarının/törelerinin/geleneklerinin dışında yer alan bir dünyadır; yasallaşınış gerçekliğin geçici olarak ortadan kaldırıldığı bir tür "oyun" alanıdır. Pamuk,  metninde  estetik  düzlemdeki  yaratma ediminden, "özgürce kurup oynadığımız oyun" diye sözeder. Katılmakta zorlandığı dünyanın dışında yeni bir dünya kurup orada yaşamak -yani yazmak- yukardaki alıntılarda Pamuk'un sıkça  yinelediği "özgürlük" ve "oyun" sözcükleriyle yakın ilişki içinde olan bir edimdir.  "Yazarlığın en güzel yanı, eğer yaratıcı  yazarsanız,  bir çocuk gibi dünyayı unutabilmek,  gönlünüzce eğlenebilirken kendinizi sorumsuz hissedebilmek, bildik dünyanın kurallanyla oyuncaklarla oynar gibi oynayabilmek"tir belki de. Oyun özgürlüktür; özgürlük ise yalnızca yaratıcılık için önkoşul olmayıp insanın toplumsal/töresel her türlü baskının/zorunluluğun dışında kendini/özünü gerçekleştirmesi için de önkoşuldur. Schiller, yaşam içinde insanın en özgür olduğu anın, "oyun" oynadığı an olduğunu söyler; ona göre, istenç ve zevkin en özgürce bireşimi oyun sırasında gerçekleşmektedir.

"Poiesis oyunsal bir işlevdir" (s.149) diyen Johan Huizinga, Homo Ludens (Oynayan İnsan) başlıklı yaratıcı incelemesinde: "Şiiri anlayabilmek için, tıpkı sihirli bir elbise giyer gibi, çocuk ruhuna bürünmek ve çocuksu bilgeliğin yetişkininkinden üstün olduğunu kabul etmek gerekir" (s.150) der. Huizinga yalnızca sanatın değil, felsefenin de kökeninde oyun olgusunun yattığını söyler: "Yunan felsefi düşüncesinin ilk ürünlerini çok eski bilmecelere bağlayan bir çizgi bulmak çok zor değildir" (s.146).

Postmodern edebiyatın, sanatı oyunla koşutlayan ve gerçekçi edebiyatı savunanlar tarafından boy hedefı yapılan bu eğilimi, özde onun sanatın kökeninde yatan ana ilkeyle bütünleşmesi demektir. Ancak sanat salt oyunsu düzlemde sorumsuz bir edim değildir. Pamuk'a göre kurgulama ediminin en güzel yanlarından biri, "aklınızın bir köşesiyle bu çocuksu ve özgür şenliğin arkasında, daha sonra okuyanları bütünüyle bağlayacak derin bir sorumluluğun varlığını hissetmektir". Sanatsal oyun ciddi bir iştir. "Bütün gün oyun oynarsınız ama derinden derine herkesten daha ciddi olduğunuzu hissedersiniz. Hayatın özünü, doğrudanlığını yalnızca çocukların yapabileceği bir içtenlikle ciddiye almışsınızdır" der Pamuk kitabının önsözünde. Ancak Pamuk'un bu yazısında değinmediği, "sanatsal oyun"un bir yanı daha vardır. Tıpkı somut yaşamda olduğu gibi, kimi kez bu geçici dünyanın kurallarıyla açmaza girildiği, çözümlenemeyen durumların ortaya çıktığı da görülebilir. "Yaratıcılık krizi" denen bu durumda, bu oyunsu dünyanın kimi kez gerçeklikten daha acıtıcı olduğu da söylenebilir.

"Yirmi beş yıldır, aşağı yukarı her gün on saat olmak üzere, bir odada" yazar, "oyun"unu oynar ya da "mürekkep kokan ilacı[nı]" alır Pamuk. Zaman zaman da -kendisinin "düzyazı" diye adlandırdığı- kurmaca dışı alanda denemeler yazmayı  sevdiğini söyler. "Şeylerden doğrudan bahsetmek, romanda yapamayacağım bir hızla küçük ayrıntılarla genel düşünceler arasında gidip gelmek, en aşikâr gerçeklerden şüphelenmek ya da şüpheleniyormuş gibi yapmak, sevdiğim bir yazarın bütün eserini kavrayacak içten birkaç cümle yazmak . . . Türkiye'nin dertleriyle öğretmen pozlarına bürünmeden ve kahrolmadan dertlenmek beni iyi kötü mutlu ediyor" der. Ama şunu da ekler: "Düzyazı yazmanın en mutsuzluk verici yanı ise ... insanı roman yazmak ve hayal etmekten alıkoyması".

 Edebiyat estetiği ve kurmaca-gerçek ilişkisi üzerine sürekli kafa yormakta olduğunu bildiğimiz yazar, kitabının edebiyat “doz”u yüksek önsözünde, somut yaşamın ve onu yansıttığı varsayılan otobiyografi/deneme türü yazıların “kurmaca” yapısı üzerinde de durur. “Düş” ile “gerçek” arasındaki geçişimliliği şakacı bir tonlama ile vurgulayarak, bu tür kurmaca dışı yazılarda, “yalanı doğru söylüyormuş gibi” söylediğimizden söz eder. İnsanlar da zaten sürekli kurgulamaktadırlar ona göre. Ama onlar “hayal ettiklerini, kurguladıklarını hiç sezmeyip, bunları son derece ‘gerçekçi’ düşünceler” sanmaktadırlar. İçinde anlatılabilecek bir “öykü” barındıran her şeyin, bu arada yaşam “öykü”sünün de kurmaca -ya da “yalan”- olduğunu öne süren Max Frisch gibi, Öteki Renkler kitabında yer alan metinlerini, “en kuru öfkeli siyasal yazılarda bile hep hikâyenin, hikâyeciklerin desteğiyle sürdürmeye çalıştığını” söyler Pamuk. Çünkü, “mutlu olabilmek için (kendisinin) her gün bir miktar edebiyatla uğraşması gerektiği gibi, bu kitabın da yaşayabilmesi için, damarlarında hayal gücünün o özgürleştirici iksirinden sıkı bir miktar sürekli dönmeli diye düşünür.

Yazmak için somut yaşamın itici gücüne gereksinim duyan ama özgürce düşleyebilmek için ise onun zorunluluklarından kurtulması gereken biridir o. Bir yandan “düşünmeyi, çözümlemeyi, akıl yürütmeyi” sevdiğini, içindeki birinin “sürekli parmak kaldırıp söz istediğini” söyleyen, öte yandan, “akıllı olmak için değil, oyuncu ve yaratıcı olmak için” yaratıldığına inanmakta olan bir sanatçının, “kurmaca” ile “gerçeklik” düzlemleri arasındaki gerilimini, yaşamla olan çekişmesini anlatır Öteki Renkler’in önsözü. 

Ancak, sözkonusu metninde, yaşamda "edebiyat ilacıyla” ayakta durduğunu söyleyen ve kendisini "yarı ölü”olarak nitelendiren Pamuk, yine de Türk edebiyatının en iletişim  meraklısı yazarlanndan biridir. Beyaz Kale romanına eklediği yazısıyla okurlarıyla doğrudan iletişim kurmak isteyen, televizyonda siyasal içerikli programlara çıkan, söyleşilere katılan Pamuk'u, 20. yüzyıl başının kendisiyle aynı duyguları paylaşan modernist Kafka’sından ayrımlı bir davranış biçimine iten ana nedenin, 20. yüzyıl sonu dünyasında elektronik medyanın  biçimlendirdiği  postmodernist  koşullar olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşü Pamuk da doğrular önsözde: "Kitaplarım yayımlanmaya başlayınca, şimdi çok iyi yalan söyleyebildiğim anlaşılmış, gerçekler hakkında ne düşündüğüm de merak edilmeye başlanmıştı. Bu kitaptaki yazıların çoğu da taleplere karşılık olarak yazıldı". Pamuk'un deyişiyle, Öteki Renkler kitabı onun yaşama karşı "renk verdikleri"nden oluşuyor.

Somut dünyayı/yaşamı olağanüstü bir yetkinlikle imgeleştiren bir kurgu ustasının, onu algılayış biçimini ve gerçek ile  kurmaca arasında yaşadığı gerilimi doğrudan kendisinden dinlemek, okur için farklı bir serüven olacak.