A r t ı k h a y
a t a
doğrudan
b a k a b i l i y o r u m.
Pınar Aka: “Bir kitap bir
fikirle değil, en azından iki fikirle yazılır” diyorsunuz. Bunu açar
mısınız?
Orhan Pamuk: Bu sözün
arkasında kuvvetle inandığım şu düşünce var: Tek bir fikirle yazılan
kitaplar, bir süre sonra propagandaya, insanları ikna etme sanatına,
yazarın bildiği şeyi okuyucuya anlatmaya dönüşür. Halbuki benim için
kıymetli kitaplar, yazarın emin olmadığı şeyleri anlattığı ve emin olmadığı
için acı çektiği, güvensizlik duyduğu, okuru ikna etmek için değil, kendi
kararsızlıklarını, kuşkularını, manevi acılarını açıkça dile getirmeye
çalıştığı, kendi ruhundaki ve buna koşut olarak toplumun ruhundaki karanlık
noktaları yazıyla keşfetmeye kalkıştığı kitaplardır. İki fikirle
kastettiğim, tabii ki birbiriyle biraz çelişen, birbirini biraz inkâr eden iki
fikir.
PA: “Benim Adım Kırmızı’da
yazar Orhan Pamuk, kahramanların değil okurun yanında” diyorsunuz. Bunu
biraz açar mısınız?
OP: Öteki Renkler
adlı kitabımda, Yaşar Kemal hakkında yazdığım makalede bu sorun vardı.
Roman sanatının -belki bütün sanatların, ama özel olarak roman sanatının-
hikâye anlattığı zaman belirgin bir sorunu şudur: Birilerinden, insanlardan
bahsediyoruz. Bu insanların manevi dünyası, düşünceleri, entelektüel sorunları
ile yazarın manevi dünyası arasındaki uzaklık ne kadar? Benim kitaplarımda,
her zaman bana yakın bir temel kahraman olmuştur. Kendimi, kitabı yazarken,
biraz onunla özdeşleştiririm. Ama bu okurun dünyasına çok uzakta bir çevreyi
anlatıyorsa (Yaşar Kemal'in romanlarında ya da tarihî romanlarda olduğu
gibi), burada, merkezdeki kahraman ya da anlatıcının manevi dünyası, yazarın
veya okurun dünyasına mı yakın olacak, yoksa anlattığı insanlarınkine mi?
Anlattığı insanların dünyasına çok yakınsa roman anlaşılmaz olur. Zira,
onların değerleriyle yazılmıştır. Okura çok yakın olursa, bu sefer
de roman anakronik olur ve bu çok önemli bir problemdir. Kitabım tarihî roman olmasına rağmen okura yakınım derken
bunu kastediyorum. Çünkü oradaki kahramanlar biraz naif, ama gene
de kitabı okurken naif bir kitabı okumuyoruz.
Çünkü o kahramanları olmaları gerektiğinden daha karmaşık, daha sofıstike
bir şekilde inceliyorum.
PA: Son kitabınızda diğerlerinde
pek olmayan bir unsur göze çarpıyor: Mizah. Mizaha yönelmenizi nasıl açıklıyorsunuz?
OP: Mizaha biraz
da mizah yapayım diye yönelmiyorum tabii ki. Son kitabımın
dünyası, Ortaçağın acımasız dünyasıdır. Burada kıtlık vardır. Yiyecekten,
yatacak yere kadar her şey sınırlıdır. Ortaçağ dünyasının tümü sınırlıdır.
Bütün masallar ve Ortaçağ edebiyatı da bu kıtlık, fakirlik üzerine inşa
edilir. Aynı zamanda bugünkü dünya ve insan anlayışımıza göre çok
gaddar bir dünyadır. İnsanlar birbirlerinin gözünü çıkarır.
Kitapta olduğu gibi insanlar, bir başkasına işkence yapılmasını
ister. Bu gaddar ve acımasız dünyayı gotik ve şiddete dayalı bir roman
halinde anlatmamak için, mizahın mutluluk verici yanlarından yararlandım.
PA: Kitaplarınızda kendi
hayatınızdan alınmış bazı ayrıntılar kullanıyorsunuz. Ancak bunları okura,
sizin deyiminizle, bazı "yalanlarla" birlikte sunuyorsunuz. Yani, hem kendi
hayatınızla ilgili bir şeyler anlatmak istiyor, hem de
bunları "yalanlarla" bir anlamda hiçlemek istiyorsunuz.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
OP: Bütün yazarlar böyle
yaparlar. Kendi hayatının birebir fotokopisini çıkararak hikâye, roman
diye yazan, yazar değildir. Hayal gücü güzelleştirir, değiştirir. Unutmayalım,
başımızdan geçen bir olayı anlatırken bile, bizi utandıran ama hikâyeyi
daha mükemmel hale getiren küçük yalanlar katarız. Romancı, bu yalanları
çok daha büyük ölçekte söyler.
PA: Kitaplarınızda "kendinize
yakın hissettiğiniz bazı karakterler olduğunu" söylüyorsunuz ve "onlar
bana benim de bu dünyada yaşadığım hissini veriyor" diyorsunuz. Bıuıu biraz
açar mısınız?
OP: Demin de söylediğim gibi,
her kitapta bana benzeyen bir karakter vardır. Kara Kitap'ta Galip,
Benim Adım Kırmızı’da Kara, Yeni Hayat’ta Osman ya
da kahraman.
PA: Fernanda Eberstadt'ın
yazdığı ve The Neıv York Times Magazine'de yayınlanan sizinle ilgili
yazıda, Türkiye'nin kendi tarihinden kopuk olmasının getirdiği yabancılaşma
ve unutulmuşluk hissinin yazarlığınızı besleyen önemli damarlardan biri
olduğu belirtiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
OP: Benden önceki kuşağın
ilgilenmediği konularla, tasavvufla,
Binbir Gece Masalları ve tarihle
ilgilendim. Onların yaptığından farklı bir şekilde ilgilendim. Yazıda bu
kastediliyor.
PA: Doğu-Batı çatışmasına,
modernizm ve öncesi olarak bakabileceğimizi söylüyorsunuz. Bundan biraz
bahseder misiniz?
OP: Doğu-Batı çatışmasını
bir çeşit milliyetçilik olarak da algılayabilirsiniz. Yani Batılılar iyidir
de diyebiliriz, kötü de diyebiliriz. Ve biz onlardan tamamen farklıyız.
Her şeyimiz farklı. Bir de Doğulular var. Biz de bunların bir parçasıyız.
Batılı olmak istiyoruz ama ayrı dünyalardanız. Bunda bir gerçek payı var,
ama Benim Adım Kırmızı'yı yazarken, nakkaşların dünyasına iyice
girince gördüm ki, aslında Batının Ortaçağı ile Osmanlı'nın klasik dönemi
birbirine çok benziyor. Osmanlı'nınki belki biraz daha gelişmiş bir Ortaçağ
idi. Şunu demek istiyorum, aynı çeşit minyatür yapıyorlardı, aynı çeşit
resim yapıyorlardı. Biz, burada, Doğulu resim yapıyoruz
diyemeyiz. Minyatürler, dini konularda yazılmış kitaplar için
yapılmış, perspektifsiz, bugün primitif ya da naif diyeceğimiz bazı usullerle
yapılmış resimlerdi. İslam'ın Ortaçağında ya da Hristiyanlığın Ortaçağında
yapılmış resimler, birbirlerine çok benziyorlardı. Yani, Hristiyan Ortaçağı
ile Müslüman Ortaçağı birbirlerine, Hristiyan Ortaçağı ile Hristiyan modern
çağından daha yakındılar.
PA: Kitaplarınızda "Doğu
ve Batı'nın arka plana geçmekte olduğunu" söylüyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
OP: Herhalde entelektüel
heyecanlarımın birazcık soluklaşmasından ve hayat hakkında bilgece gözlemler
yapmaktan, hayat hakkında öğrendiklerimle oynamaktan
daha çok hoşlanmamdan kaynaklanıyor. Teori beni bütün hayatım boyunca ilgilendirdi,
ama şimdi hayat tecrübem teorinin önüne geçti. Teori vasıtasıyla öğrendiklerim,
bütün yazdıklarım, bana hayata artık doğrudan bakabilecek güveni
kazandırdı. Artık teorinin yardımı, ideolojik veya siyasi ya da kültürel
ve kuramsal heyecanlanmaların alevi olmadan da, hayatı
doğrudan anlatacak kadar yazarlık tecrübem ve heyecanım var. Şimdi yeni
bir kitaba başlarken bir fikir aramıyorum ama kaldığımı düşündüğüm yerden
girip hemen anlatabiliyorum.
Pınar Aka
Türk Edebiyatı Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
|